2 Ocak 2010 Cumartesi

RADiO

http://www.flatcast.com/de/userprofile.aspx?uid=5906585

31 Mart 2009 Salı

Seçimler ve Sonuçlar

Seçimler ve sonuçlar
Ahmet Altan - 31.03.2009

Bugün seçimler hakkında siyasi bir analiz yazmak, hıncahınç dolu bir otobüse büyük bir kalabalıkla birlikte binmeye çalışmak gibi...

O kadar çok yorum çıkacak, o kadar insan, o kadar değişik açılardan konuyu anlatacak ki herkesin yazısı birbirini çiğneyecek.

Ama elden ne gelir, seçim ertesinde ne yazılır, ben de mecburen kendimi o kalabalığın içine atacağım.

Seçim sonuçlarından ben ne çıkartıyorum, onu anlatmaya çalışacağım.

Benim görebildiğim, iki tane “tek parti” var.

Ulusal düzeyde “tek parti” AKP.

Güneydoğu’da “tek parti” DTP.

AKP, Türkiye’nin her yanında, her ilinde, her köyünde varlık gösterebilen tek siyasi organizma bugün.

Onun dışındaki bütün partiler bir kenara sıkışmış vaziyette.

CHP ve MHP, Güneydoğu’ya gidemiyorlar.

DTP de batıya gelemiyor.

Bu açıdan baktığımızda Türkiye genelinde aslında bir tane gerçek siyasi parti olduğu görülüyor.

Benden daha akıllıca yorum yapacak çok adam vardır ama benim görebildiğim AKP “dört ayak” üstüne yerleşiyor.

Din, muhafazakârlık, liberallik ve Avrupa Birliği yanlısı olmak, bu dört ayağı oluşturuyor.

Güneydoğu’da DTP’nin “Kürt” kartına karşı “din” kartıyla oynuyor.

Orta Anadolu’da MHP’nin milliyetçiliğine “muhafazakâr liberallikle” cevap veriyor.

Batı’da CHP’nin “içe dönük” Kemalizm’ine, Avrupa Birliği taraftarlığı ile karşı çıkıyor.

Bu dört ayak onun bütün Türkiye’ye yayılmasını sağlıyor.

Ama dört ayağa birden sahip olmanın sorunları da var.

Kürt kartına “din” kartıyla cevap verirken, bu “din” yaklaşımı batıdakileri ürkütüyor, üstelik AKP’nin “liberalliğinden ve AB yanlılığından” rahatsız olan Ankaralı “laikçi” egemenlere de, AKP’ye “kapatma davaları” açabilmeleri için koz veriyor.

Ankara’nın kendisini kapatmasını engellemek için “devlete” yaklaşmaya çalıştığında ise Kürtleri kaybediyor.

Batıda ise bu “din” kartı, özellikle şehirli kadınlar arasında “şeriat” korkusu yaratıyor, bir de AKP kadrolarının, Moda’da içki yasaklamak türünden “yerel” işgüzarlıkları bu korkuyu arttırıp, insanların bir kısmının, aslında hiç de beğenmedikleri CHP’ye sığınmalarına yol açıyor.

AKP’nin en sağlam olduğu alan “muhafazakâr liberallik” ve bu da Orta Anadolu’daki rakipsizliğinden anlaşılıyor.

Anadolu’nun hem muhafazakâr olup hem de dünyaya “ihracat” yaparak zenginleşen halkı, “muhafazakâr liberalliğe” tam destek veriyor, çünkü onlar hem Avrupa’dan ve dünyadan kopmak istemiyorlar, hem de “muhafazakârlıkları” küçümsenmesin, aşağılanmasın, saygısızlıkla karşılanmasın istiyorlar.

Aslına bakarsanız, AKP’nin bünyesine en uygun yapı da bu “Avrupa yanlısı, muhafazakâr liberal” anlayış.

Muhafazakârlık, din meselesini, kimseyi korkutmadan, incitmeden, inanç özgürlüğü çerçevesinde içeriyor...

Avrupa yandaşlığı, hem inanç ve fikir özgürlüğünü kapsıyor, hem de Ankara’nın Ergenekon türü karışık işlerine, ordunun gizli saltanatına ciddi biçimde karşı çıkıyor.

Liberallik ise ihracatını ve üretimini arttırma yolundaki Türkiye’nin önünü açıyor.

Ama Kürt sorununa, “Avrupalı bir hukuk ve liberallik” çerçevesinde çözmeyi geri plana itip, din kokulu bir “devlet partisi” olarak yaklaşınca hem Kürtleri, hem de batıdaki şehirlileri kaybediyor.

Burada garip bir paradoksu var AKP’nin.

Din konusuna fazla abanınca Ankara’ya “parti kapatma” bahanesi veriyor, bunu yatıştırmaya çalışırken de “devlet partisi” konumuna düşüyor.

Din vurgusunu öne çıkarmak, AKP’yi, “laiklik” diye tutturan Ankara’nın kölesi yapıyor.

Bu köleliğe, Avrupa Birliği yolundaki yürüyüşünü durdurmayı da ekleyince, karşımıza Kürtleri, şehirlileri kaybeden, herkesi kuşkulandıran tuhaf bir parti çıkıyor.

Benim görebildiğim kadarıyla, AKP, dini “hoşgörülü bir muhafazakârlığın” içine yerleştirebilse, kendisi kadar dindar olmayanlara da güven veren bir “inanç özgürlüğünü” savunsa, Kürt meselesini “din” kartıyla çözmeye çalışma kurnazlığı yerine Avrupa Birliği kurallarına uygun bir hukukla çözüme kavuşturmaya uğraşsa, oylarını kaybetmek bir yana, sahip olduklarına fazlasını da ekleyecek.

Neticede Türkiye’de Ergenekon’un üstüne giden, Avrupa Birliği üyeliğini “lafta” da olsa savunan tek parti ve bu alanlarda rakipsiz.

AKP’nin bu seçim sonuçlarını nasıl yorumlayacağı elbette hem kendisi hem ülke için çok önemli.

Aslında, “gerçekler” AKP’ye benim tarif ettiğim yoldan başka yol bırakmıyor bence. Bugün “din” yolu, atağa kalkan Saadet Partisi tarafından, milliyetçilik yolu, MHP tarafından, “devlet partisi” olma yolu, CHP tarafından kesilmiş vaziyette.

AKP ya enerjisini “tıkanmış” ve rakiplerle” dolu bu yolları açmak için harcayacak ya da tümüyle boş ve rakipsiz olan “Avrupa Birliği taraftarı, muhafazakâr liberal” yolundan yürüyerek “tekliğini” sürdürüp başarıya ulaşacak.

Kendi bölgesinde büyük bir başarı gösteren ve “tek parti” konumunda olan DTP’ye gelince, bu partinin geleceğini belirleyecek soru bence çok net.

Kürt sorunu çözüldüğünde, Kürtler eşit vatandaşlar olduğunda, hukuk Türkiye’de egemenliğini ilan ettiğinde bu parti var olabilecek mi?

Var olacaksa hangi projelerle var olacak?

Bu projeleri yaratabilirse DTP, “çağdaşlaşmış, demokratikleşmiş” bir Türkiye’de de varlığını sürdürebilir, bunu yapamazsa Kürt sorunu hakkaniyete uygun olarak çözüldüğünde bu parti de güç kaybeder.

Her parti bu seçimlerden bir ders çıkartacak, dersini doğru okuyanlar kalacak, yanlış okuyanlar sahneden çekilecek.

26 Ocak 2009 Pazartesi

İnsanlarımızın Hayatı İçin TAŞLANMIŞ KOT Giymeyelim ..

'Sahipsiz toplum' olmaktan çıkmak

Birçoğunuzun benim gibi Ece Turhan'ın sağlığına ilişkin iyi haberleri beklediğine eminim.

Ece Turhan, İstiklal Caddesi'nde bir sinema salonunun önünde arkadaşları ile buluştuğunda, binanın 6. katından düşen 7.5 metrekare camın altında kalmıştı. Ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede ikinci kez ameliyat geçirdi.

Peki bu “görünür kaza”dan kim-kimler sorumlu tutulacak? Bu yöndeki haberlere bakacak olursak, 6. katta söz konusu cam levhayı yerleştirmeye çalışan 5 işçi poliste ve mahkemede ifadeleri alındıktan sonra tutuksuz olarak yargılanmak üzere bırakılmış.

Bu durum karşısında “görünür kaza”ya ilişkin bütün sorumluluğu-sorumsuzluğu işçilerin üzerine yıkarak bu salıverilmeye karşı hiddetleneceğimi sanmayın. Sanmayın, çünkü benim asıl merak ettiğim, bu olayda (da) kurulması-oluşturulması gereken “sorumluluk zinciri”nden neden hiç kimsenin söz etmediği. Yoksa bu olayda oluşan suç da, pek çok benzer olayda olduğu gibi, sadece zincirin son halkasını oluşturan işçilerin üzerine mi yıkılacak? Oysa böyle bir olayla medeni bir ülkede karşılaşılsa, işçilerin hangi şirket, şirketin hangi işyeri sahibi karşısında sorumlu olduğuna bakılıp bu zincir üzerinde yer alan kişi ve kuruluşlar büyük ceza ve maddi tazminat davalarının sanığı olarak hiç de rahat bir ruh hali içinde olamazlardı. 7.5 metrekarelik bir cam bloğu caddenin en yoğun olduğu bir saatte yerine takmaya çalışırken ellerinden kaçıran vasıfsız işçiler kimin elemanları; bu vasıfsız işçilerle iş yapan bu firma-şirkete bu işi emanet eden işyeri sahibi kim? Ve de hatta, o saatte hiçbir önlem aldırmaksızın bu cam değiştirme işlemine izin veren ya da bu ve benzer işlerin izinsiz yapılmasına göz yuman belediyenin yetkilileri kimler?

Hadi hep beraber mahkeme salonuna...

Anlatın bakalım nasıl oldu bu iş. Akşam vakti İstiklal Caddesi'nde dolaşan insanlar sizin gözünüzde de “sahipsiz toplum”un üyeleri mi?

Söz “sahipsiz toplum”dan açılmışken, önümdeki gazetenin (Radikal) çok yerinde bir haber başlığıyla duyurduğu bir “sahipsizlik” örneğinden de söz etmek isterim. Gazete “Kot taşlama atölyeleri buharlaştı!” diyor.

Zorunlu olarak “silikozis” adı verilen akciğer hastalığına yakalanan kot taşlama işçileri şikayetlerini ve taleplerini dile getirmek için TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'na dilekçe vermişler. Komisyon Başkanı da, bu çerçevede, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'ndan bilgi istemiş.

Bakanlık, Komisyon'a gönderdiği yazıda “silikozis”in Türkiye'de rastlanan meslek hastalıkları içinde birinci sırayı aldığını belirttikten sonra başlamış bu konuda yapılan denetimlerin ve alınan önlemlerin dökümünü vermeye.

Bakanlık, “kot taşlama” işleminin yapıldığı “merdiven altı işyerleri”nin tespiti amacıyla bu işyerlerine hammadde imal eden iki büyük fabrikanın denetimini yaparak bunlardan birisini kapatmış. “Kot taşlaması”nın yapıldığı 71 işyerinde teftiş yapılmış. Bunlardan 11'i zaten kapalıymış. Geri kalan 60 işyerinden birisi kapatılmış. Ve sonuç olarak Bakanlık şu sonuca varmış:

“Araştırmada karşılaşılan en önemli kısıtlılık kot kumlama yapan bazı işyerlerinin kayıtsız ve izinsiz çalışmaları nedeniyle adres tespitinin zor olması ve tespit edilenlerde ise işçilere ulaşılmamasıdır.”

İşte size bir “sahipsiz toplum” örneği daha.

“Beyazlatılmış” kot taşıyan insanlarla dolu bir ülkede, bu işlemin nerelerde kimler tarafından yapıldığı bilgisine ulaşabilmek imkansız!

İsterseniz konuya yabancı olanları düşünerek “silikozis” hakkında bir iki cümle bilgi aktarayım:

“Kumlama (Kuvars ozu püskürtme) (...) son zamanlarda kot kumlama, diş teknisyenliği yapanlarda dikkat çekici şekilde sık görülmekte ve birkaç yıl gibi kısa sürelerle ciddi maluliyetler ortaya çıkarmaktadır. (...) Bilinen maskeler yetersizdir. Astronot kıyafetlerine benzer dışarıdan havalandırılan ya da hava tüpleri kullanılan tüm vücudu örten özel giysiler giyilmelidir.”

Oysa bakın bir kot taşlama işçisi çalışma koşullarını nasıl tasvir ediyor: “Biz kimiz? Bizler kot işçileriyiz. Göz gözü görmeyen merdiven altı atölyelerde bir mesaide 2 bin kot kumlayanlarız.”

Bakanlığın tespit edemediği “sahipsiz atölyeler” (!) ve buralarda 1-2 yılda ömürlerini tüketen “sahipsiz işçiler”.

Gazete haberinden sonra konuyu biraz araştırınca, maalesef benim de bugüne kadar haberdar olmadığım örgütlü bir toplumsal hareket ile karşılaştım. Hareketin “kottaşlaMA” adlı , sorunun üzerine giden bir internet sitesi var. Konu-sorun her yönünle incelendiği gibi çareler de aranıyor. Şu hoş “sokak yazısı”na da sitede rastladım: “Kot Taşlama Levis Taşla”. Sitede “boykot” çağrıları yer alıyor.

Bu “boykot” çağrıları bana şunları düşündürttü:

Görüyorsunuz; toplum olarak yapacağımız tek bir tercih -yani “taşlanmış” kot giymeme tercihi- Bakanlık'ın bir türlü ulaşamadığı bu son derece tehlikeli “iş kolu”nun sonunu ne kadar kolaylıkla getirir.

Görüyorsunuz; ünlü markaların ellerini kirletmeden başkalarına havale ederek üretip iç ve dış piyasalara sürdükleri “beyazlatılmış” kot ürünlerinin beraberinde getirdiği bir ağır meslek hastalığını önleyebilmek ne kadar kolay.

Böylesini satın almayacaksın, “taşlanmamış”ını giyeceksin, hepsi bu kadar.

Hadi bakalım öyle ise.

Kürşat Bumin

22 Ocak 2009 Perşembe

Uzun maceralardan sonra ..

Uzun maceralardan sonra ..

Ahmet Altan - TARAF

Ondokuzuncu yüzyıl macera romanlarının babamın çok sevdiği bir bitiş klişesi vardır, kahramanı için şöyle der: “Uzun maceralardan sonra evine döndü.”

Zavallı roman kahramanının o “uzun maceralarda” başına neler geldiği, neler yaşadığı, neler çektiği anlatılmaz, kimse de fazla aldırmaz zaten.

Ben de “uzun maceralardan” sonra döndüm.

İtiraf edeyim ki epey hırpalandım.

Türkiye gibi bir yerde, iyice sefilleşmiş, çivisi oynamış, hırsızlığa, cinayete, çeteciliğe dayalı bir sisteme muhalefet eden, hem siyasi iktidarı hem de ordunun gizli iktidarını eleştiren “gerçek” bir gazete kurmaya kalkmanın bütün belaları sırtımıza yıkıldı.

Neredeyse patronundan çaycısına kadar her elemanının mahkemelere verilmiş, haklarında dava açılmış olmasını saymıyorum.

Bu, bizim ülkede zaten beklenen bir şeydi.

Ama bizzat bu sistemin kendisi için bile şaşırtıcı olacak derecede insafsız parasal kuşatmalarla boğuşmak bizi çok zorladı.

Kapanmanın eşiğine geldiğimiz zamanlar yaşadık.

Hayatımda hiç konuşmadığım kadar çok insanla konuştum, hayatımda hiç kimseden bir şey istememekle övünürken bu gazeteyi yaşatabilmek için neredeyse rastladığım herkesten bir şeyler istedim.

İstemenin utancını, böyle bir gazetenin gerekliliğine inandığım için üstlendim, hiç uyumadığım, sabahlara kadar sigara içerek kıvrandığım gecelerden geçtim.

Yetmiş milyonluk bir ülkede, doğruları söyleyecek demokrat bir gazeteyi çıkarma yükünün iki genç adamın, Başar Arslan’la Savaş Arslan’ın sırtına yıkılmasına öfkelendiğim, onların sırtına böyle ağır bir sorumluluğun binmesine çaresiz bir seyirci olarak bakmanın kızgınlığını yaşadığım, en zor, en ağır, en sıkıntılı zamanlarda bu iki genç insanın benim odama hep gülümseyerek girmeye gayret etmelerini görmenin duygusal sarsıntılarıyla zedelendiğim oldu.

“Lanet olsun, kapatalım gitsin” diye uyanıp, “hayır, sonuna kadar direneceğiz, dövüşeceğiz” dediğim günlerle geçti zamanım.

Özellikle darbe ve ordu yanlısı gazetelerin “Ergenekon” konusundaki o aşağılık yayınlarını görmek, “darbecilerin, darbe kışkırtıcılarının yakalanmasını” fütursuzca “siyasi iktidarın muhaliflerini susturmak” olarak nitelemelerindeki yüzsüzlüklerine tanık olmak direncimi ve kararlılığımı arttırdı.

Bu gazetenin gerekliliğine onları her okuduğumda biraz daha inandım.

Sadece ben değil bu gazetedeki herkes inandı.

Çocuklar tam iki buçuk ay beş kuruş para almadan bütün özverileriyle çalıştılar.

Evlerine para götüremediler, kiralarını ödeyemediler, kapılarından elektrik saatleri sökülenler oldu, gazeteye gelmek için yol parasını bulamadıkları zamanlar oldu.

Başar’la Savaş hayatlarında görmedikleri kadar büyük sıkıntılarla karşılaştılar.

Okuyucularımız, ellerindeki küçücük paraları bizimle paylaştılar, bizi yaşatabilmek için bu kavgaya katıldılar.

Ama hepsi dayandı, hepsi direndi.

Sonra Mehmet Betil geldi.

Bütün hesaplarımızı çıkarttık.

Öncelikle şunu gördük ki böyle bir gazeteyi sürdürebilmek için jet sosyetenin binmekten hoşlandığı süper lüks bir yatın iki haftalık kira parası kadar taze para bize yetiyor.

O kadar “nakit” parayı bulamamak bizi boğuyor.

Mehmet, gerekenden de fazla taze parayı koydu.

Nefes aldık.

Önümüzdeki on yılın stratejisini belirledik.

Bu ülkenin birbirine yabancı hatta düşman gruplarını biraraya getiren, onlara birbirini tanıtan, onları birbirine yakınlaştıran, onları “demokrasi” gibi ortak bir inançta birleştiren bir gazetenin önümüzdeki on yılda bu ülkenin en büyük gazetesi olmaya aday olduğunu hepimiz biliyoruz.

Bunu bilmek bizi güçlendiriyor.

Ama bununla yetinmedik.

İntikamcı siyasetçi, öfkeli general, kaypak bankacı, ödlek zengin, sözünden dönen dost cehenneminin yaşandığı bu ülkenin kezzapla dolu sığ çukurunda bu gazeteyi sağlam tutabilmek için dünyaya açılmaya karar verdik.

Dünyanın “demokrat” gazetelere fon açan basın kuruluşlarıyla temasa geçtik, bir kısmıyla anlaşmaya vardık, bir kısmıyla görüşmelerimizi sürdürüyoruz, Avrupa’nın en prestijli gazeteleriyle yayın ortaklığı için son aşamaya geldik.

Bize en zor zamanlarımızda destek olan okuyucularımızla ve dünyalı bir gazete olmanın güveniyle, Türkiye’nin iğneli fıçısında çalkalanmadan devam edecek bir noktaya nihayet vardık.

Artık rahatız ve sağlamız.

“İstersem var ederim, istersem yok ederim” diyen Türkiye’nin efendileri ellerinden geleni ardlarına komasınlar şimdi.

Biz bu gazeteyi çıkarırken söz verdiğimiz gibi bütün gerçekleri açıklamaya devam edeceğiz.

Okuyucularımız çoktan “dostlarımız” haline geldiler, belki de eşine hiç rastlanmamış bir güçle sarıldık birbirimize ve birlikte “dostlarımızın” sayısını artırarak yürüyeceğiz.

“Uzun maceralardan” sonra geri döndüm.

Ama çok yoruldum.

Şu anda değil bir insan sesi, bir kuş cıvıltısı bile duymaya dayanamayacak haldeyim.

Mutlak bir sessizliğin içine gömülmek ve birkaç gün orada kıpırdamadan, konuşmadan, anlatmadan, dinlemeden durmak istiyorum.

Bir hafta sonra burada olacağım.

Acıları arkada bıraktık ama bu korkunç günlerde okuyucularımızla, gazetede çalışan çocuklarımızla, yazarlarımızla, yöneticilerimizle, gazetenin sahipleriyle birlikte verilen mücadelede herkese duyduğum minneti ve onların gösterdikleri direncin bende yarattığı sevinci de tek başıma yaşamak istiyorum.

Zor vakitlerde elimden geldiğince sağlam durmaya gayret ettim ama şimdi o insanların en güç koşullarda nasıl mücadele ettiklerini düşündüğümde belki biraz gözlerim dolar, buna da kimsenin tanık olmasını istemem, ne de olsa serde erkeklik var.

19 Ocak 2009 Pazartesi

SİZİN HİÇ BİR KİTAPTA YERİNİZ YOK !

Sizin hiçbir kitapta yeriniz yok!

Dinci-faşist İsrail rejiminin başbakanı Ehud Olmert, “Operasyon hedefine ulaşmıştır…” demiş.

Demek ki, hedeflerine ulaşabilmeleri için fosfor bombalarıyla yüzlerce çocuğu yakmaları gerekti!

Aç, susuz, ilaçsız, elektriksiz bırakmak suretiyle 16 ay boyunca ambargoya tabi tuttukları Gazze halkının üzerine kuduz köpekler gibi saldırıp; çocuk, kadın, ihtiyar 1300'ü aşkın Filistinliyi öldürmeseler, binlercesini de yaralamasalardı hedeflerine ulaşamayacaklardı demek ki!

Ambulans şoförü Ebu Avkel'in dehşet içinde anlattığı; cesedi köpekler tarafından parçalanan Gazzeli kız çocuğu da hedefleri arasında mıydı, bilemiyoruz tabii.

Köpekler durumdan vazife çıkarmış yahut işbirliği yapmış veya rol çalmış olabilirler.

Bilmiyoruz!

Çünkü…

“Köpekler birbirine benzer…”

Bizim bildiğimiz, insanî yardımın ulaşabileceği bütün kapıları sımsıkı kapatarak, aylardır ambargo altında tuttukları sivil halkın üzerine, dünyanın en modern ve en vahşi silahlarıyla saldırmalarıdır.

Korkunç bir ambargoyla adeta toplama kampı haline getirdikleri Gazze'de okulları, camileri, hastaneleri, ambulansları acımasızca vurmalarıdır.

“Operasyon” dedikleri de bundan ibarettir.

Gazze katliamına “operasyon” demek ne kadar yanlışsa, dinci-faşist İsrail rejimini “savaş suçlusu” ilan etmek de o kadar yanlıştır.

Çünkü bir yerde savaş suçundan bahsedilebilmesi için, ortada bir savaş olması lazım.

Dünyanın en güçlü ordularından birinin, toplama kampı hüviyetindeki Gazze'ye saldırmasına “savaş” denilemez.

İsrail ordularının gücü karşısında Gazze halkının “çaresizliği”, toplama kamplarındaki Yahudilerin Hitler'in karşısındaki çaresizliğine benzer.

Aralarında derece ve mahiyet farkı vardır elbette; çünkü “holokost” kadar korkunç ve iğrenç bir suç işlenmemiştir yeryüzünde.

Lakin…

Çaresizlik bakımından vaziyet benzeşir:

Hitler'in “takdiri” karşısında, Belsen, Treblinka veya Auschwitz'deki masum Yahudilerin yapacakları bir şey olmadığı gibi, nükleer güç İsrail karşısında Gazze halkının da yapabileceği pek bir şey yoktur.

Hulasa, dinci-faşist İsrail rejimi “savaş suçu” değil, terör suçu işlemiştir.

Dolayısıyla…

Başbakan Olmert savaş suçlusu değil, teröristtir.

Dışişleri Bakanı Tzipi Livni de öyle. Tıpkı İrgun çetesi üyesi olan ebeveynleri gibi.

Düşünün ki, bu terörist kadın bile, İsrail'in ırkçı Siyonistleri tarafından “güvercin” olmakla suçlanıyor!..

Siyonistlerin 1969-74 yıllarında başbakanlığını yapmış olan Golda Meir, “Arapları affetmeyeceğiz…” demişti, “Çocuklarını bize öldürttükleri için…”

Hiçbir söz, dinci-faşist İsrail'in benmerkezci ve yok edici yüzünü, bu mel'un söz kadar açıklayamaz.

Goebbels'in bile aklına (Yahudilere) “Bize soykırım yaptırdığınız için sizi affetmeyeceğiz…” demek gelmemişti…

“İsrail'in ikinci Golda Meir'i” denilen Tzipi Livni, Arapları affetmediklerini, Gazze'li çocukları fosfor bombalarıyla yakarak kanıtladı.

Böylece bir önceki katliamlarının intikamını almış oldular.

Kim bilir Gazze katliamının intikamını nasıl alacaklar?

Böylesine rahatsız bir zihniyetin yalan nakliyeciliğine soyunan bizdeki bazı rezil köşe yazarları (halkımızın tepkisinden çekindikleri için) İsrail'i açıkça savunmak yerine, demokratik seçimlerde ezici bir çoğunlukla iktidara gelen Hamas'a terörist örgüt demeyi tercih ediyorlar.

Aynı adamlar Kana'da bebekleri katleden İsrail terör rejimini savunmak adına, Hizbullah'ın çocukların arkasına sığındığını, dahası, çocukları öne sürerek öldürttüğünü iddia etmişti.

Bu şerefsiz iddia ile Golda Meir'in mahut sözü arasında ne fark vardır?

Bu haysiyetsizlerin halleri; diri, diri gömülen kız çocuklarının hangi suçtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman, “Onlar kendilerini öldürtmüş…” diyenlerin haline benzer.

Lakin, bunu diyebilen alçakların (bir misal olarak bile) hiçbir kitapta yeri yoktur.

Salih Tuna - yeni şafak

15 Ocak 2009 Perşembe

sanat, sanatçı ve savaşçı

sanat nedir ? sanatçı kimdir ?

sanatçının yaptığı işe başkoyması ve başkalarının anlayışsızlığı bahasına da olsa, sanat bildiğinden vazgeçmemesidir belki de .. bilmiyorum ..

'' salvadore dali '' sergisine ( emirgan da, sabancı müzesinde .. ) gittikten sonra bunları düşünmeye başladım ..

hani; o mu milletle dalga geçiyor yoksa millet mi onunla seçemedim doğrusu .. sanırım herkes herkesle geçmiş dalgasını ..

önceleri dalinin yaptıklarını deli saçması olarak değerlendirmiştim .. ancak sonradan farkettim ki o bir ömür adamış bunlara .. bir eseri bazı aylarca sürüyormuş .. parasız da kalmış .. anlaşılamamış da ..

ancak o bunlara rağmen direnmiş, bir yerlere gelmiş .. isminden bu şekilde bahsettirebildiğine göre artık beğenmesek de onun büyük bir sanatçı olduğunu ya da savaşçı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor ..

anlayana çok ders var ..